4.2.13.1. Şer’i Gınânın Dereceleri
Gınâ ki, zenginliktir. Muhit’ten naklederek Aliyyü’l-Kârî Mirkât’ta şer’i zenginliğin üç dereceli olduğunu bildiriyor:
Birinci Derecesi: Gınâ-i mûcibdir ki, bu gınâ sebebiyle, sahibine zekât ve sadaka-i fıtır vermek, kurban kesmek vâcib olur. Bu gınânın mikyâsı, nisab-ı zekâttır ki, (200 dirhem gümüş veya 200 dirhem gümüş tutarında 20 miskal altın veya bu madenlerin karşılığında nakit banknot, bozuk para, ticari eşya ve koyun, keçi, sığır, deve) gibi emval-i zekâttır. Havâic-i asliyeden fazla bu nisablardan birisi miktarında bir mala mâlik olmak gınânın en yüksek derecesini teşkil eder. Bu zenginin zekât ve sadaka alması haram olduğu gibi, başkasının bilerek böyle bir zengine zekât ve sadaka vermesi de haramdır.
İkinci Derecesi: Gınâ-i muhrimdir ki, bu gınâ da sahibine zekât ve sadaka almayı haram kılar. Fakat bu nev’i zengine sadaka-i fıtır vermek, kurban kesmek vâcib olur. Zekât lâzım gelmez. Bunun derecesi de hâcet-i asliyeden fazla nisab kıymetinde emval-i zekâtın gayri bir mala mâlik olmaktır. Fazla elbise, fazla ev eşyası, akar ve merkep, katır gibi binit hayvanları bu cümledendir. Bu gınâyı tesis eden emvalin zekât malları gibi nemâ ve kazanç verir nev’iden olması şart değildir. Yine böyle havli, yani yıllanmış ve üzerinden bir sene geçmiş olmasına da lüzum yoktur. Ramazan bayramının arefesinde bu gınânın tahakkuku üzerine sahibine sadaka-i fıtır vâcib olur. Kurban bayramında mâlik olan kimseye de kurban kesmek icâb eder.
Üçüncü Derecesi: Sahibine sadaka ve zekât almayı değil, tese’ûl etmeyi (dilenmek, istemek) haram kılan gınâdır. Bu da kırk veya elli dirhem gümüşe veya bu kıymette bir mala yahut da akşamlı, sabahlı bir günlük nafakaya mâlik olmaktır. Bu üçüncü sınıf ağniyâ, hiçbir vechile nisab miktarı bir mala sahip olmadıkları için Hanefiler’e göre bunların zekât ve sadaka almaları helâldir. Yalnız istemeleri haramdır. Mezheb-i Şafii’de bu üçüncü sınıf insanlardan kuvveti ve sıhhati yerinde olanların da zekât ve sadaka almaları helâl değildir. Hatta Abdullah ibn-i Mübarek, Ahmed ibn-i Hanbel, İshâk ibn-i Rahûye elli dirhem gümüşe yahut bu kıymette bir mala mâlik olan kimse için hem sadaka almak, hem tese’ûl etmek haramdır, demişlerdir.
Sünen-i Erbaa sahiplerinin Abdullah ibn-i Mesud’dan (ra) rivâyetlerine göre, Resûl-i Ekrem (sav): “Kim ki, kendisini ignâ edecek miktarda malı varken halktan dilenirse, bu kimse kıyamet gününde yüzsüz, dilenciliğinin müstekreh azası yara bere hâlinde, yüzünde nümâyân olarak Arasat meydanına gelir.” buyurmuş. Ashab-ı Kirâm tarafından: “Yâ Resûlallah! Tese’ûle mâni ne kadar mal insana gınâ bahş eder?” diye sorulmuş da Resûl-i Ekrem: “Elli dirhem gümüş yahut bu değerde altın!” diye cevap vermiştir.
Başka bir tarik-i rivâyette şöyle demiştir. Resûlullah (sav): “Vücud ve tahakkuku ile beraber tese’ûl câiz olmayan gınâ nedir?” diye sorulduğunda: “Sabah ve akşam yiyecek nafakaya mâlik olmaktır.” diye cevap verdi.
Diğer bir hadis-i şerifte “Kırk dirhem gümüşü veya buna muadil serveti varken tese’ûl ederse, ıztırarsız ilhah ve israf ile istemiş olur.” buyurmuştur. Bu hadislerin arasında hiçbir muhalefet yoktur, denilmiştir.
Resûl-i Ekrem bu sunûf-ı muhtelife ashabının hey’et-i umûmiyesini bir nizam altına alarak ashab-ı sanayi, tüccar, mücâhidin gibi meslekleri, nakdi iktiza eden kimseler için tese’ûle mâni olan gınâyı kırk veya elli dirhem gümüşe veyahut bu kıymete bu servete mâlik olmakla tahdid buyurmuştur. Hamal ve gündelikli gibi sermayesiz ve yalnız kuvvet-i bedeniyesiyle maişetini temin edenler için de akşamlı, sabahlı bir günlük nafakasını alın teriyle kazanabilmeyi şart kılmıştır. Bu şart yerine gelirse tese’ûl edemez, demektir. Bu ifade ve teşbih-i itibar, Muhaddis Dehlevi Merhuma aittir. Demek oluyor ki, mesela bir sanat ifâsıyla hayatını kazanan bir kimse için, sanatının icâb ettiği alet ve edevatı bulamazsa, bunları bulana kadar istemeye mecburdur ve mazurdur. Çiftçi de böyledir. Ziraat aletini buluncaya kadar bu da mazurdur. Tüccar da sermaye buluncaya kadar böyledir. Cihad ile merzûk olan Ashab-ı Resûlullah da böyle idi.
İddia edilen bu imkânsızlık, siyaset-i müdünden bahis olan ulûm-u ictimaiye kavâidi itibarıyladır. Yoksa tehzib-i nefse dâir olan kavâid-i ahlâkîyeden mülhem olarak iddia edilmiş değildir. Her zaman nufus-i zekiyye için mümkündür.
Aliyyü’l-Kârî’nin mütalaasına göre: Akşamlı sabahlı bir günlük nafaka, ister alın teri, el emeği ile kazanılsın, ister ticaret ve sanat tarikiyle iktisâb edilsin, tese’ûle mâni olmakta hiçbir fark yoktur. Elli dirhem kâfi olması, resû’l-mâl ve sermaye cihetiyledir. Sadr-ı İslâm’da orta bir ticarethâne sermayesine resû’l-mâl olabilecek kıymette bereket-i iştirâiyyeyi haiz olduğu anlaşılmaktadır. Zamanımızda seyyar bir limon satıcısına bile sermâye olamayacak elli dirhem gümüş, sadr-ı İslâm için vasat bir ticarethânedir. Resûl-i Ekrem (sav) bir hadis-i şerifte (Ebû Davud) “Kim ki tese’ûle mâni miktarda malı olduğu hâlde dilenirse, cehennem ateşinden nasibini artırır.” buyurmuştur.
Kabisa Hazretleri diyor ki; Bir kere kefâletten dolayı ağır bir borç altına girmiştim. O sıra da Resûlullah’a (sav) gelip bu borç sebebiyle kendilerinden sadaka istemeye mecbur oldum. Resûl-i Ekrem: “Biraz otur, sabret. Bize zekât malı getiren olur, vermelerini emrederiz.” buyurdu. Sonra Resûl-i Ekrem sözüne şöyle devam buyurdu:
“Ey Kabisa! İstemek yalnız şu üç sınıf insanlardan herhangi birisi için helâldir:
1- Bir cemaate veya ferde kefil olarak borçlanan kimseye, kefâleti yerine getirene kadar helâl olur. Borcu edâ ettikten sonra artık istemekten hayâ eder.
2- Serveti bir âfete uğrayıp helâk olan kimse de hayat ve maişetle zaruri olan ihtiyaçlarını temin için isteyebilir.
3- Zengin iken fakr-u ihtiyaca dûçar olan kimsenin de istemesi mübahtır. Bu devlet düşkünü de, aklı başında konu komşuları ve hemşehrileri arasında: ‘Vah falan kimse fakir düşmüştür.’ diye acınacak derecede şedid bir ihtiyaç içinde bulunmalıdır. Bu da hayat ve maişette zaruri olan ihtiyaçlarını temin edinceye kadar helâl olarak tese’ûl eder. Ey Kabisa! Bu üç sınıf insanlardan başkasına tese’ûl haramdır. O dilenci, dilendiği parayı haram olarak yer.”
İstemesi helâl olan kimselerin tese’ûlü de bir takım ictimaî adaba tâbi olmuştur. Bunlardan en mühimi ilhah ve ısrardan ictinab edilmesidir.
Nevevî diyor ki: Zaruret yokken edilen tese’ûlün hürmetinde ulemânın ittifakı vardır. Yalnız ashabımız Eimme-i Şafiiyye kisb-u kâra kudreti olan fakirin istemesinde iki vechile ihtilâf etmişlerdir:
1- Esahh olan mezheb, kisb-u kâra kudreti varken tese’ûlün haram olduğudur.
2- Üç şarta riâyet edilmek şartıyla helâl olmasıdır.
a) Nefsi izlâl etmemek.
b) Suâlde ilhah ve ısrar etmemek.
c) İstenilen şey, mes’ulü anh için mûcib-i meşakkat olmamak.
Gazali diyor ki: İstenilen bir sadakayı mes’ulü anh olan kimse ya sâilin kendisinden yahut o mecliste hazır bulunanlardan sıkılarak verir, sâil de bunu böyle bilerek alırsa, böyle bir sadakayı almak bi’l-icmâ haramdır. Binâenaleyh sâilin, aldığı şeyin ya aynını yahut bedelini mes’ulü anhin ya kendisine veyahut veresesine reddetmesi lâzımdır.
İslâm dini kadar insanlara benliğini, izzet-i nefsini, şeref-i zâtisini muhafaza yollarını öğreten hiçbir dini, hiçbir ahlâkî ve ictimaî teşekkül yoktur. İslâm nazarında milletin istikbâli, cemiyetin şeref ve namusu ne kadar mukaddes ise ferdin izzet-i itibarı da o nisbette vâcibü’l-ihtiramdır. Herkes bu girânbahâ ilâhi vediayı muhafaza ile mükelleftir. Bu maksatla insanlara bütün fazilet yolları gösterilmiş, fazihalardan tevakki ile emredilmiştir. El açmak boyun eğmek, bir insan için üstünde taşıdığı şeref ve itibarın zevalini ilan etmekten başka bir şey değildir. Bunun için fakirlere, âcizlere yardımı şiddetle iltizam eden dinimiz, aynı zamanda fakr-u ihtiyacı olmaksızın arz-ı ihtiyaç edilmesini de aynı şiddetle menetmiştir. Ve fakr-u ihtiyacın dâire-i hududunu yukarıda gördüğümüz vechile son derece daraltmıştır. Bir günlük yiyeceği, giyeceği olmamak ve bunu iktisâba bedeni kudreti ve kabiliyeti bulunmamak sûretinde tayin ve tahdid etmiştir.
Dilenmek fazihasından ümmetini tenfir eden Resûl-i Ekrem, diğer taraftan sa’y-u amele teşvik buyururdu. Buharî 731 numaralı Ebû Hüreyre (ra) hadisinde görüleceği üzere Resûl-i Ekrem (sav) “Hayatım yed-i kudretinde olan Cenâb-ı Hakk’a yemin ederim ki, sizden birinizin urganını alıp, arkasına dağdan odun yüklenerek getirmesi ve satıp geçinmesi, bir zengine gelip de sadaka istemesinden çok hayırlıdır. Kim bilir o da ya verir, minneti altına girersin. Yahut da vermez, zillet ve mahrumiyet içinde kalırsın.” buyurmuştur.
Artık insanlara feragat ve fazilet yolu gösteren bundan bâliğ bir vasiyet ve nasihat tasavvur olunamaz. Bu sebeple Resûl-i Ekrem, en yakın akrabası olan Benî Hâşim’e, hatta istihdam ettikleri kölelerine bile zekât malını almayı haram kılmıştı. Sahihayn’de Ebû Hüreyre’den (ra) rivâyet olunduğuna göre, bir kere Resûl-i Ekrem (sav) Fukara-yı ashaba zekât hurması taksim ederken henüz çocuk bulunan Hasen ibn-i Ali (ra) hurma yığınından bir tane alıp ağzına koymuştu. Resûl-i Ekrem derhâl çocuğu zecr-u menetmek için: “Kaka kaka, onu çıkar at, bize zekât malının helâl olmadığını bilmiyor musun?” buyurmuştur.
Hulâsa: Tese’ûlden men-u tahzir eden birçok ahâdis ve âsâr vardır. Tese’ûlün menhî ve helâl olan kısımları olduğu gibi vâcib olan bir nev’i de vardır ki, hâl-i ıztırarda telef-i nefisten vikaye için tese’ûldür.
“İlhah” lüzum ve ihtiyacı olmaksızın ısrarla istemektir.
Buharî Hadis No: 730- Ebû Saîd-i Hudrî’den (ra) şöyle rivâyet edilmiştir: Ensâr’dan bazı kimseler Resûlullah’tan (sav) (sadaka) istemişlerdi. Resûlullah (sav) da bunlara vermişti. Sonra bunlar yine istediler. Resûlullah (sav) yine verdi. Sonra (üçüncü) bir defa daha istediler, Resûlullah (sav) (bu defa) da verdi. Hatta yanındaki mal tükendi. Sonra Resûlullah (sav) buyurdu ki:
“Sadaka malından yanımda bulunanı (verdim. Başkalarına vermek için) sizden kat’iyyen bir şey saklamadım. Kim ki tese’ûlden sakınmak isterse, Allah o kimseyi afif kılar. Kim ki halktan istiğna ederse, onu da Allah ganî kılar. Kim ki sabretmek isterse, Cenâb-ı Hakk ona da sabır ihsan eder. Sabırdan daha hayırlı, sabırdan daha vasi bir nimet kimseye verilmemiştir.”
İhtiyaç hâlinde istemenin cevazı mutlaktır. Fakat maişet darlığına sabr-u mukavemet göstermek ise mekârim-i ahlâk olduğu bu hadisten istidlâl edilmiştir. Aynı zamanda bir saile iki defa sadaka verilmesi, üçüncüsünde itizar edilip, sâilin taaffüfe teşvik ve zûll-i suâli irtikâbdan tenfir edilmesi müstefad olur, diyorlar.
Eslâfımız, at üstünde giderken elinden kamçısı yere düşse, kimsenin onu alıp sunmasını ve bu sûretle minneti altına girmesini istemezdi.
Peygamberimiz (sav) alın teri ile kazanıp, kimsenin bâr-ı minneti altına girmemeye teşvik buyururlardı. “Kim ki kendisini ignâ edip geçindirecek miktar da malı varken halktan isterse, bu kimse kıyamet gününde bu yüzsüzlükle isteyip aldığı şey, yüzünde yara bere hâlinde teşhir edilerek Arasat meydanına gelir.” buyurmuş olmaları ile sabittir ki, bilâ- zaruriyet tese’ûl insana dünya ve âhiret bir zûldür. Ebû Ümâme (ra) demiştir ki: (Taberânî’nin rivâyetine göre) Bir kere Resûlullah (sav): “Göreyim sizi, hanginiz biat eder de bize söz verir.” buyurdu. Sevbân (ra) “Yâ Resûlallah! Biz evvelce biat ettik. Bu ne biatidir?” demişti. Resûlullah: “Kimseden hiçbir şey istememek üzere bir biat, bir söz verme!” buyurdu. Sevbân:
“Bunun için mükâfat nedir? Yâ Resûlallah!” diye sordu. “Cennettir.” buyurdu. Sevbân da derhâl Resûl-i Ekrem’e biat etti.
Bu bâbda şöhretle rivâyet edilen ve Tirmizî tarafından hüsnüne şahâdet edilen bir hadis de İbn-i Ömer hadisidir. Müşârünileyh hazretleri de Resûlullah’ın (sav) şöyle buyurduğunu rivâyet etmiştir. “Zengin için ve hilkati yerinde, kuvve-yi bedeniyesi zinde olanlar için sadaka helâl değildir.”
İbn-i Abdil-Berr’in beyanına göre, Hz. Ömer: “Bir dereceye kadar hisset ve denâetle şâibedar olan hakir hizmetleri ihtiyar etmek, halka arz-ı ihtiyaç etmekten çok şereflidir.” der imiş. Hz. Ali (ra) de: “Halk, bir kısım kazancı âr telakki eder. Ben de âr-u ayb, zûll-i suâli irtikâb etmektir.” derim.
Bir hadis-i şerifte “Kazancın hayırlısı ve şereflisi, el emeği ve alın teriyle iktisâbdır.” buyrulmuş. Bazı ulemâ bunu, efdal-i mekâsib addetmişlerdir. Mâverdî: Usûl-i mekâsib üçtür: Ziraat, ticaret, sınaattır. Şafii mezhebinde ticaret, en tiyb, en helâl bir kazanç yolu olarak kabul edilmiş ise de, ben de en temiz kazanç, meslek-i ziraattır, diyor ve ziraatın tevekküle en yakın bir iktisâb yolu olduğunu bildiriyor. Nevevî de efdal-i mekâsibe dâir naklolunan ictihâdlar arasında en doğru olanı el emeği ve alın teriyle iktisâb-ı maişettir. Ve bu ictihâd mansûs ve me’sûrdur. Kuvve-yi bedeniye ile iktisâb arasında da en tiyb ve en helâl olanı ziraattir.
Yine Nevevî diyor ki; hadisteki iktisâbın, odunculuğun tese’ûlden efdal olduğunun bildirilmesinden, bunun efdal-i mekâsib olduğu zannedilmemelidir. Belki Resûl-i Ekrem bunu sermayesiz, aletsiz, vasıtasız bir tarik-i maişet olduğu için zikr etmiştir. Husûsiyle Hicaz gibi ibtidâi bir muhitte odunculuk, fukara halkın en çok ülfet ettiği san’atı ve vasıtâ-i iktisâbı idi. Sırtında odun taşımak sûretiyle maişetin teminine gayret göstermek sıhhatli, sağlam insan için tese’ûlden daha çok faziletli olduğunun izhâr-ı kemâlidir ki, çalışmanın esas olduğuna delâlet etmektedir. Sırası gelmiş iken arz edelim ki tevekkül, sırada, irade ve kudretten sonra gelir. Usûl-i İslâmiye’ye göre, bir Müslüman bir emrin husûli için her türlü vesâil ve vesâiti ihzar eder. Sonra huzûr-ı kalb ve selâmet-i vicdan ile tevekküle bağlanır. Çiftçi de, ehl-i sanat da, ticaret de böyledir. Tevekkül bir emr-i müstehab ise de bu tevekkül de, sebebe teşebbüs de Peygamberin sünnetidir. Zira Resûl-i Ekrem (sav) “Hakk’a tevekkül ile beraber devenin dizine kösteği bağla.” buyurmuştur. “Kâsib, Allah’ın mahbubu ve dostudur.” buyurmuştur. Remz-u işaretini anla. Hâl-i tevekkülde sebebe tevessül hususunda sakın tembel olma.
Buharî’nin 733 numaralı hadis-i şerifteki ihbar-ı Muhammediyye’ye göre, “Hırssız alınan sadaka, kendisi için bereketli ve meymenetli olur. Bir kimse de bunu hırs ile alırsa bu mal, alan için şerefli ve bereketli olmaz. Alan elden veren el hayırlıdır.” buyrulmuştur. Mal cem etmek için tese’ûl edenlerin yüzleri lebe lebe gelecek. İhtiyaç için dilenenlerin değil.