Ebû Hüreyre (ra) demiştir ki, Nebî (sav) validesinin kabrini ziyaret etti ve ağladı. Yanındakileri de ağlattı. Sonra da buyurdu ki: “Valideme istiğfar etmek için Rabbimden izin diledim. Müsaade buyrulmadı. Kabrini ziyaret etmek için istizan ettim. Buna müsaade edildi. Artık siz de kabirleri ziyaret ediniz. Kabir ziyareti ölümü hatırlatır.”
Bu hadisteki istiğfar için izin verilmemesi, validesinin müşrik olmasını istilzam etmez. Câiz ve yakînen muhtemeldir ki istiğfar, günâhkârın zünûb ve ma’siyeti ile muâheze olunmaması için Cenâb-ı Hakk’a müracaattan ibaret olup, hayatı cahiliyyet devrinde geçen ve aziz oğlunun devr-i muallâ-yi Risâletini idrak etmek şerefinden mahrum bulunan bir anada ne gibi bir günâh ve kusur bulunur ki, bununla muâheze imkân ve ihtimali bulunsun da istiğfarı mûcib olsun. Bunun için taraf-ı ilâhiden istiğfara lüzum görülmemiş ve yalnız ziyarete müsaade buyrulmuştur.
Resûl-i Ekrem’in (sav) ağlamaları, her evlâdın duyabileceği bir hâl-i mahzuniyettir ki, husûsen Resûl-i Ekrem Efendimizi meşîme-i rahm-ü şefkatında saklayan, sonra izzet ve ihtiram ile besleyip büyüten bir ananın, oğlunun bu feyz ve saadet günlerini görememesinden doğacak hüznü, kederi tasavvur edilirse, Resûl-i Ekrem Efendimizin mütehassis ve müteessir olması, ağlaması tabidir. Nitekim Beyhakî’nin Büreyde’den (ra) rivâyetine göre: Hz. Ömer (ra) Resûl-i Ekrem’den: “Niçin bu kadar çok ağlıyorsunuz.” diye sorması üzerine Resûl-i Ekrem (sav) “Anama karşı gönlüme gelen derin bir rikkat ve tehassürle ağladım.” buyurmuş olmaları, hüsnü nokta-i nazarımızın isabetini tamamıyla teyid etmektedir.
Resûl-i Ekrem Efendimizin Peder-i Âlileri Hz. Abdullah’a gelince:
Müslim’in Enes ibn-i Mâlik’ten şöyle bir rivâyeti vardır: Bu rivâyete göre, bir kere Resûlullah’a (sav) bir kimse gelmiş: “Yâ Resûlallah! Babam nerededir? Cennette mi, cehennemde mi?” diye sormuş. Resûl-i Ekrem (sav) de: “Cehennemdedir.” diye cevap vermiş. Bu adam dönüp gideceği sırada çağırarak, “Benim babam da senin baban da cehennemdedir.” buyurmuş.
Bu rivâyet hakkında Celaluddin-i Suyûti ilm-i rivâyet bakımından diyor ki: “Benim ve senin baban cehennemdedir.” fıkrası hakkında, evvela hadis râvilerinin ittifakı bulunmadığını emâre-i zaaf olarak kabul ediyor. Hadisteki bu ziyadeyi Hammad ibn-i Seleme, Sabit’ten, o da Enes ibn-i Mâlik’ten rivâyet etmiştir ve bu tarik-i rivâyeti Müslim Sahih’ine almıştır. Hâlbuki hadisi Ma’mer ibn-i Raşid de Sabit’ten rivâyet etmiştir. Ve Hammad ibn-i Seleme’ye muhalefet ederek bu fıkrayı zikretmemiştir. Buna bedel “O kimseye bir kâfir kabrine uğradığında o kabirdekini cehennemle müjdele.” buyrulduğunu rivâyet etmiştir. Bu lafz-ı âmm olmak itibarıyla, bunun Resûl-i Ekrem’in (sav) muhterem pederine şümulü yoktur. Hz. Abdullah ibn-i Abdulmuttalib’in bu umûmda dâhil olması için onun müşrik ve kâfir olması icâb eder. Hâlbuki Aslâb-ı Tâhire’den Erhâm-ı Tâhire’ye intikâl edip gelen nur-u Muhammedi, değil Abdullah ve Âmine hazarâtının, belki silsile-i nesebi âlilerindeki ecdad ve ceddat-ı âlilerinden hiçbirisinin temiz gönlü, şirk ve küfür ile kirlenmemiştir. Lisan-ı Kur’ân’da ehl-i şirk, necis olarak tavsif buyrulduğuna göre, mülevves bir vücudun mecrâ-yı Nur-u Muhammedi olmasını kabul etmek dinen ve aklen müsteb’addır. Tahâretle necaset arasında tezat vardır.
Bu iki rivâyetten Ma’mer’in rivâyeti, Hammad’ın rivâyetinden daha kuvvetlidir. Daha ziyade ihticâca sâlihtir. Çünkü Ma’mer, nakd-i ricâl bakımından Hammad’dan çok yüksektir. Hammad’ın hıfzı hakkında ehl-i ilim dedikodu yapmıştır. Merviyatı arasında münker hadisler bulunmuştur. Hele Rebibesinin kendi fikirlerini Hammad’ın kitaplarına yazıp gizlemesi hakkındaki ittiham daha ağırdır. Hammad hadis hıfzetmezdi. Duyduklarını kitabına yazar, ondan rivâyet ederdi. Ve üvey kızının medsûsâtından şüphelenirdi. Bu cihetle Buharî, Hammad’dan hiçbir hadis tahric etmemiştir. Müslim’in de usûldeki tahricleri, yalnız Sabit’e münhasırdır. Sabit’ten başka ricâl-i Tâbii’den rivâyeti ise hep şevâhide aittir.
Ma’mer’e gelince onun hüsni hıfzı ve zabt-ı lisanı sitayişle anılır. Rivâyet ettiği hadislerden hiçbirisi de ehl-i ilim tarafından redd ve inkâr edilmemiştir. Bu rivâyetlerin birçoklarında Buharî ve Müslim ittifak etmişlerdir.
Yakînen şunu öğrenmiş oluyoruz ki, Hammad rivâyetinde râvi, kendi fehm ve idrakine göre hadisi mâna cihetiyle naklederken, hadiste tasarruf etmiştir. Yukarıda izah edilen delâile göre tasarruf edildiğinde hiç şüphe yoktur.
Yukarıdan beri izah ettiğimiz gerek âyet-i beyyinât ve gerekse hadis-i şerifler, Resûl-i Ekrem’in (sav) muhterem valide ve pederleri Cenâb-ı Âmine ve Hz. Abdullah hakkında nâzil olmuştur, diyenler şimdi nokta-i istinâdlarından tamamıyla ve bihakkın mahrum bir vaziyette bulunuyorlar. Belki izah etmekte bulunduğumuz Müseyyeb ibn-i Hazn hadisi mûcibince, Resûl-i Ekrem’in amcaları hakkında nâzil olmuştur.
Resûl-i Ekrem (sav) Efendimizin valideyninin ehl-i nâr değil, ehl-i necat olduklarını, pek çok âlimler birkaç şekilde tasrih etmişlerdir.
Birinci Şekil: Resûl-i Ekrem’in (sav) valideyni zümre-i naciyedendir. Çünkü bunlar bi’set-i Muhammediye’den evvel vefat etmişlerdir. Bi’setten evvel vefat edenlere ise azab yoktur. Bu hususa işaret eden âyât-ı kerimeler şunlardır:
1- İsrâ Sûresi Âyet: 15
Bütün Ehl-i Sünnet imâmları, bir peygamberin daveti kendisine vâsıl olmadan vefat eden kimsenin nâil-i necat ve selâmet olduğunda ittifak etmişlerdir.
2- En’âm Sûresi Âyet: 42,130
3- Kasas Sûresi Âyet: 46,59
4- Tâ-Hâ Sûresi Âyet: 135
5- Şuarâ Sûresi Âyet: 208,209
6- Fâtır Sûresi Âyet: 24,25,42
Müfessirler bu âyet-i kerimedeki nezir Peygamberle murad Muhammed’dir (sav) ve onun ba’s buyrulmasıdır, demişlerdir.
İkinci Şekil: Resûl-i Ekrem’in valideyni ehl-i necattırlar. Çünkü bu muhterem ana ve babanın ehl-i şirk oldukları sabit olmamıştır. Belki bunlar, taife-i Arabdan Zeyd ibn-i Amr ibn-i Nufeyl ve Varaka ibn-i Nevfel ve emsalleri gibi büyük babaları İbrahim’den (aleyhisselâm) ananevi vâris olabildikleri bazı adab ve itikad üzere olan bir zümre-i naciye ve muhteremeden maduddurlar. Bu mesleğin sahipleri ve salikleri de Fahri Razi gibi bir hayli İslâm mütefekkirleridir.
Bunlara göre, ne Hz. Resûlullah’ın ne de sâir Enbiyâ-ı Kirâm’ın aziz peder ve valideleri kâfir değildirler. Delillerden birisi, Şuarâ Sûresi’nin: “Habibim! Aziz ve Rahîm olan O Cenâb-ı Hakk’a tevfik-i umûr eyle ki, O, namaz kıldığını ve intikâl ettiğini (tâ Âdem ve Havva’dan -aleyhimasselâm- Abdullah ve Amine’ye -rha- gelinceye kadar nur-u Muhammed’in vasıta-i intikâli olan erkek, kadın bütün usûl ve ecdad-ı Muhammedi) görür.” 217,218,219’uncu âyet-i celîleleridir. “Habibim, Allah senin namaz kıldığını ve bundan evvel de senin nurunun bir sacidden öbür sacide intikâl edegeldiğini görür.” demek olur. Bu şekl-i tefsire göre, bu âyet-i kerime Hz. Âdem’e kadar imtidâd eden, ecdad ve ceddat-ı Muhammedi’nin kâmilen Müslüman olduklarına delâlet eder.
Silsile-i Neseb-i Muhammedi arasında İbrahim’in (as) Peder’i Azer’in Kur’ân’da Sûre-i En’âm’da esnama taabbüdüne dâir olan kayıt ve işaret de mûcib-i şüphe ve tereddüt olmamalıdır. Çünkü Azer’in esnama taabbüdünü, tarihi tetkikata istinâd ederek diyebiliriz ki, Nur-u Muhammedi’nin valide-i İbrahim’e intikâlinden sonradır. Hatta tarihi tetkikat, bazı ulemâya göre; “Azer, İbrahim’in (as) babası değildi, amcası idi. Mecazen âyet-i kerimede baba tâbir buyrulmuştur.” sûretinde tevcihleri olmuştur. Azer’in oğluna cephe almasının da, Hz. İbrahim’in nübüvvetinden sonra olduğu muhakkaktır. Bu gerçeği teyid eden Fahruddin-i Razi’nin Esrâr-ı Tenzil’indeki mütalaasına göre: Âba-i Muhammed’in (sav) müşrik olmadıklarının bir delili de Resûl-i Ekrem (sav) Efendimizin “Ben mütemadiyen temiz babaların sulbünden, temiz anaların rahmine naklolunageldim.” ifade-i âlilerinin gereğince, Resûl-i Ekrem’in ecdad-ı kirâmından hiçbirisinin müşrik olmadıklarını kabul etmek vâcib olur.
Üçüncü Şekil: Resûl-i Ekrem Efendimizin ebeveyni müşrik değillerdir. Çünkü Allah-u Teâlâ Resûl-i Ekrem Efendimizin ana ve babasına hayat bahşetmiş ve bu muhterem ana baba, Aziz oğullarının Nübüvvet ve Risâletini kabul ve iman etmişlerdir. Bu meslek de birçok huffaz-ı muhaddisinin sâlik oldukları bir tarik-i istidlâldir.
İbn-i Şahin’in Nasih ve Mensuh’unda, Hatib-i Bağdadi’nin Sâbık ve Lahik’inde; Âişe (rha) demiştir ki: Haccetu’l-vedada Resûlullah (sav) bizimle birlikte haccetti. Sonra Hacun kabristanına uğradı. Hazret, hazin ve mağmun ağlıyordu. Orada uzunca bir zaman kaldıktan sonra benim yanıma geldi, bu defa ferahnâk ve mütebessimdi. Ben, hâlinde gördüğüm bu bariz tahavvülün sebebini sorduğumda: “Annemin kabrine gittim. Cenâb-ı Hakk’tan annemi ihya buyurmasını diledim. Kabul buyurup annemi diriltti. Ve bana iman ettikten sonra ebedî hâline red ve iade buyurdu.” diye cevap verdi.
Ehl-i hadis bu rivâyetin zaafına hükmetmişlerdir. Hatta vaz’ına kâil olanlar da bulunmuştur. Fakat bunun kıymeti yoktur. Çünkü bâb-ı rivâyette ehl-i hadisçe matlûb olan şerâit-i rivâyeti haiz olmamasındandır. Zaafına hükmedilmesi senedinden neşet etmiştir. Kur’ân’da ihya-i hayatı ümit nazîri vardır. İsa ibn-i Meryem (as) için vâki olmuş bulunmasıdır. Bundan başka Kur’ân’da Katil-i Benî İsrâil’in ihya ve katilini ihbar etmesi vârid olmuştur. İsa ibn-i Meryem (as) yediyle (eliyle) Cenâb-ı Hakk’ın ihya-i emvat buyurduğu da sabit bir hakikattir. Resûl-i Ekrem hakkında ziyade bir kerem ve fazilet olarak ebeveyninin ihya edilip iman etmelerinde hiçbir imtina yoktur. ماَ كاَنَ لِلنَّبِيِّ وَالَّذِينَ آمَنُوا أَنْ يَسْتَغْفِرُوا لِلْمُشْرِكِينَ (Mâ kâne lin-nebiyyi vellezîne âmenû en yestağfirû li’l-müşrikîn) “Peygamber ve mü'minlerin müşriklere istiğfar etmeleri yaraşmaz.” Tevbe Sûresi 113’ncü âyet-i kerimesinin valideyn-i Nebevî hakkında nâzil olduğunu iddia eden ulemâ nazarında, bu mesalik-i istidlâliyeden hiçbirisi haiz-i kuvvet değildir. Bunlar da, Müslim’in yukarıda kendileri için medâr-ı istinâd olduğunu bildirdiğimiz her iki hadisin zâhirleri üzerine ibka etmişlerdir. Bazı ulemâya göre bu bâbda sükût ve tevakkuf ihtiyar edilmelidir. Hiçbir Müslüman için Resûl-i Ekrem’in ebeveyninin küfr ve imanından, muazzeb olup olmadıklarından bahsetmek muvafık değildir. Tacuddin-i Fakihani, Fecr-i Münir’inde, “Resûl-i Ekrem’in ebeveyninin hâlini Allah bilir.” diyor.
Ebû Nu’aym’ın Delâil-i Nübüvvet’inden Zührî tarikiyle Umm-i Semaa’nın validesinden şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Resûlullah’ın validesi Amine’nin maraz-ı mevti olan hastalığında ziyaretine gitmiştim. O sırada beş yaşına (en sahih rivâyete göre altı yaşına) girmiş olan Muhammed (sav) annesinin başucunda oturuyordu. Âmine bir müddet kemâl-i şefkat ve dikkatle oğlunun yüzüne baktı. Oğlunun simasından mülhem olarak şu beyitleri inşad eyledi.
“Ey büyük bir güvercinin mahsul-i hayatı olan oğlum! Menamımda gördüğüm rüya doğru çıkarsa sen, ins ve cinne, hill ü hareme ba’s olunup peygamber olacaksın. Sen, İslâm dininin, ceddin Hz. İbrahim dininin hak din olduğunu tasdik ve tâlim için ba’s olunacaksın. Allah seni, milletlerle beraber tevâli edip yaşayagelen şu putlardan ve bunlara ibâdetten nehyedip esirgemiştir.”
Hz. Âmine bu şiirini inşad ettikten sonra, “Her yaşayan ölür, her yeni eskir, her çok azalır, her büyük fena bulur. Şüphesiz ben de öleceğim. Fakat ebedî anılacağım. Dünyada oğlumu hayru’l-halef bırakıyorum.” deyip müteakiben vefat etmiştir. Bu şiir ancak kâmil bir muvahhidin lisanına yaraşır bir hâldedir. Pederi, Benî Zühre Reisi Vehb’dir. Valide-i Nebevî gibi Resûl-i Ekrem’in pederi Hz. Abdullah’ın tevhide delâlet eden eş’arı vardır. Cümleden biri Siret-i İbn-i Hişam’da rivâyet olunduğu üzere, Abdullah, Amine’ye hıtbe edilmezden evvel Benî Esed’den bir kadın ki, Varaka ibn-i Nevfel’in hemşiresi idi. Kâbe derûnunda açıktan ilan-ı aşk etmişti. Hatta muvafakati sûretinde kendisine mühim bir servet de hediye edeceğini vaad ediyordu. Böyle hayâsızca arz-ı nefs eden bu kadına karşı yüksek bir fazilet dersi veren şu kıt’asıdır ki, Abdullah’ın kemâl-i iffetine de delâlet eder.
“Haram o kadar acıdır ki, ölüm acısı ondan çok hafiftir. Helâl ise çok tatlıdır. Var kadın, sen açıkça helâlini ara. İzzet ve şeref sahibi olan, ırzını ve dinini himaye ve muhafaza eder. Rosbuluk demek olan bir işe nasıl cesaret gösterir.”
Abdullah haseb ve nesebce Kureyş’in en temiz bir soyuna mensuptur. لَقَدْ جاَءَكُمْ رَسُولٌ مِنْ أَنْفُسِكُمْ عَزِيزٌ عَلَيْهِ ماَ عَنِتُّمْ حَرِيصٌ عَلَيْكُمْ بِالْمُؤْمِنِينَ رَؤُوفٌ رَحِيمٌ (Legad câeküm Resûlun min enfusiküm azîz. Aleyhi mâ anittüm harîsun aleyküm bi’l mü'minine Raûf-ur Rahîm) “Şânım hakkı için size bir Resul geldi ki kendinizden; gayet izzetli, zorlanmanız ona ağır geliyor, üstünüze hırs ile titriyor, mü’minlere Raûf, Rahîmdir.” (Tevbe Sûresi 128’inci) âyet-i kerimesindeki kavl-i şerifi şaz olan bir kıraate göre اَنْفَسَكُمْ (Enfesiküm) okunmuştur. Bu şaz kıraate göre mânası: “Ey insanlar! Sizin en güzel ve temiz bir soyunuzdan, size en necib bir peygamber geldi.” demektir. Resûl-i Ekrem’in Huneyn gazâsında İslâm ordusunun bozulduğu bir zamanda, “Ben Allah’ın Peygamberiyim, bunda yalan yoktur. Ben, Abdulmuttalib’in torunuyum. Soyumda yalancı yoktur.” buyurması hitabından da neseb-i âli anlaşılmaktadır.
Hulvâni Mevakib’de diyor ki: Resûlullah’ın (sav) ebeveyninin (neûzü billâh) küfürlerine hükmetmek akıldan sudûr eden ağır bir zelledir. Böyle bir hükmün ağızdan kaçırılması, küfre kadar varır. Çünkü böyle bir söz sarfetmek, Resûl-i Ekrem’e ezâ vermektir.
Taberânî’nin rivâyetine göre: Ebû Cehl’in oğlu, İslâm’ın bahadırlarından İkrime (ra) bir kere Nebî’ye (sav) gelip babasına sebb edildiğinden bahs ile şikâyet ettiğinde Resûl-i Ekrem, “Ölülere sebb u şetm ederek dirilere ezâ vermeyiniz.” buyurmuşlardır. İkrime babası hakkında “Cehennemliktir.” denilmesinden müteezzi olarak nehyolunursa, Resûl-i Ekrem Efendimizin hatır-ı âlilerine riâyet etmek daha evlâdır ve vâcibdir.
Bir kere de Ebû Leheb’in kızı Dürre denilmekle maruf olan Sebia (ra) Resûl-i Ekrem’e gelmiş ve “Yâ Resûlallah! Halk beni ‘Ey cehennem odununun kızı!’ diye çağırıyor.” sûretinde şikâyet etmişti. Bunun üzerine Resûlullah (sav) şiddetli bir gazabla kalkıp: “Bazı kimselerin benim nesebimle uğraşmaya ne hakkı vardır?” buyurmuş ve “Kim ki benim nesebimle uğraşırsa, emin olunuz ki, o kimse bana ezâ verir. Kim ki bana ezâ eder, o kimse Allah-u Teâlâ’ya ezâ verir.” buyurmuştur.
Bu bahsi hulâsa ederek deriz ki: Resûl-i Ekrem’e (sav) taraf-ı ilâhiden âlemlere rahmet olduğu hitab edilirken, şems-i münir-i nübüvvet ve risâlet henüz tulû etmeden o nur-u mübini sine-i ihtiramında taşıyan bir ana babayı evlâdının feyz ve nurundan mahrum farz etmek, hem edebe, hem mantığa muvafık değildir. Husûsiyle Resûl-i Ekrem’in (sav) valideyn-i muhteremeyninin hayatları cahiliyet devrinde geçmiştir. Risâlet-i Ahmediyye zamanını idrak etmemişlerdir. Şairin şu rubaisi ile bu izahımıza nihayet verelim.
İki cihan güneşi bürc-i saadette iken
Valideynine Mevlâ nice vermeye şerefi
Çeşm-i insaf ile ey dil nazar et gavvâsa
Alıcak durrini yabana atar mı sadefi
Hulâsa:
Nebî-i Ebeveyn için düşme teşvişe İncisin alır da atar mı kabuğunu ateşe