1.7.4. Seyyidü’l-Mürselîn (sav) Efendimizi Ziyaret ve Kabr-i Saadet’i

Resûl-i Ekrem (sav) Efendimizin kabr-i şeriflerini ziyaret etmek mendubdur. Seleften, haleften cumhurun mezhebi budur. Bu babda bütün Müslümanların icmâı da rivâyet edilmiştir. Eimme-i Hanefiyye indinde mâli vaziyeti müsait olanlar için ziyaret-i Nebi, vâcibe yakın bir emr-i dînîdir. Hayatî, ictimaî, iktisadî emn ü selâmete münâfî bir mahzur bulunmadıkça zenginler için ziyaret-i Nebi’yi (sav) terk etmek büyük bir gaflet ve katı yüreklilik addedilmiştir. Bazı Mâlikî eimmesi ise, ziyaret-i Nebi (sav) vâcibdir, demişler ve diğer bazı Mâlikî eimmesi de sünen-i vâcibden addetmişlerdir.

Bu husustaki sahih hadisler:

1- Abdullah ibn-i Ömer’den (ra) rivâyete göre: Resûl-i Ekrem (sav) “Kim ki kabrimi ziyaret ederse, onun için şefaatim sabit bir hak olur.”
2- Enes ibn-i Mâlik’ten (ra) “Kim ki sevab kastederek Medine’de beni ziyaret ederse, o benim mücâvirim olur, kıyamet gününde ona şefaat ederim.”
3- Abdullah ibn-i Ömer’den (ra) “Kim ki vefatımdan sonra beni ziyaret ederse, hayatımda ziyaret etmiş gibidir.”
4- İbn-i Adiyy’in isnad-ı hasen ile rivâyet ettiği bir hadiste, “Kim ki Beyt-i Şerif’i kast ve ziyaret edip de beni ziyaret etmezse bana cefa etmiş olur.” buyrulmuştur.

Ziyaretin efdali evkâtı:

Kabr-i Saadet’in, kable’l-hacc mı, yoksa ba’de’l-hacc mı, ziyaret edilmesi gerektiği tetkik edilmiştir. İmâm-ı Hasen’in Ebû Hanife’den (rh) rivâyetine göre, eğer hacc farz olarak edâ edilmekte ise en güzel hareket, evvela haccetmek, sonra da merkad-i Nebi’yi (sav) ziyaret etmektir. Maamafih evvela ziyaret, sonra hacc etmek de câizdir. Şayet yol uğrağı Medine ise evvela ziyaret-i Nebi (sav) şarttır. Terk edip gitmek büyük bir muhabbetsizlik, saygısızlık ve katı yürekliliktir, demişlerdir.

Kabr-i Saadet’i ziyarete niyet eden kimsenin Mescid-i Şerîfi ziyarete niyet etmesini de fukahâ tetkik edip “Niyet edilmelidir.” demişlerdir. Bazıları da “Kabr-i Saadet’i ziyarete niyet ederken bu niyeti, Mescid-i Nebevî’ye ziyaret niyetinden ayırmalıdır.” demişlerdir. Efdal olan kavil de budur. Çünkü Resûl-i Ekrem (sav) “Kim ki beni ziyaretten başka gönlünde hiçbir emel ve arzu hâkim olmayarak beni ziyarete gelirse, kıyamet gününde elbette ona şefaatçi olurum.” buyurarak, kendisini ziyaretin hiçbir hâcet ile şâibedar edilmemesini tâlim eylemiştir.

Bu ziyaret-i Nebi (sav) Müslüman kadınlara da şâmil olup sahih kavle göre müstehab addedilmiştir. Çünkü ziyaret daveti, erkek ve kadın hakkında umûmen mutlak olarak vârid olmuş bir ruhsattır; Kabr-i Saadet’lerini ziyaret de evleviyetle kabul edilmiştir. Bazı ulemâ, kadınların ziyaretlerini bazı şerâit dâiresinde kabul etmişlerdir.

Mescid-i Nebi’ye (sav) gelen kimse ilk önce namaz kılmalıdır. Mescid ne kadar büyütülürse büyütülsün eski Mescid-i Nebi (sav), yeni Mescid-i Nebi (sav) Asr-ı Saadet’teki mescid hükmündedir. Namaz kıldıktan sonra zâir, Resûlullah’a (sav) teveccüh edip selâm verir. Sonra da sahibeyni Ebû Bekir ve Ömer’e (ra) selâm verir. Ebû Dâvud’un ve daha başka eimme-i hadîsin rivâyetlerine göre Resûl-i Ekrem (sav) “Bir kimse bana selâm verince, muhakkak Cenâb-ı Hakk bana rûhumu iade eder, ben de o kimsenin selâmını reddederek karşılarım.” buyurmuştur.

NOT: Ruhun iadesi: “Ruhumun bedenim üzerindeki taallukunu idâme eder.” demektir. Kısaca selâm: “Es-Selâmü aleyke yâ Resûlullah” şeklindedir.

Selâmdan sonra Hücre-i Saadet’e istikbâl edilip kıble arkaya alınır. Sessiz ağlayarak ziyaret edilir. Ekser ulemânın kararı budur. Ebû Hanife, bu noktayı sonradan kabul etmiştir. Selâm vermekle beraber salât etmek de câizdir. Bunlar, Allah-u Telâla’nın evâmiri cümlesindendir. Eimme-i fıkıh ve hadîsin ittifakına göre, esnâ-yı ziyarette Hücre-i Saadet’e karşı yalnız selâm verilir. Hücre-i Saadet’e el sürülmez, takbîl edilmez, tavâf olunmaz, hücreye karşı namaz kılınmaz, dua edilmez. Bu cihetler eimmenin ittifakıyla menhîdir. Kabr-i Saadet’in yanında dua etmek bid’attir. Ashab’dan hiç birisi hücre huzurunda dua için tevakkuf etmemiştir.

Enbiyâ kabrini ziyarette olduğu gibi evliya kabri de tavâf edilmez. Hatta eğilerek tâzim dahi yapılmaz.

NOT: Mescid-i Saadet’e girildiğinde kılınan namaz tahiyyetü’l-mesciddir. Evvela namaz kılınmakla Hakku’llah ve Hakk-ı Resûlullah’a (sav) tâzimen takdîm edilmiş olur. Bu namazı mihrab yanında kılmak, mümkün olmazsa minber veya mihraba yakın bir mahalde, bu da mümkün olmazsa Ravza’da ve daha sonra Resûlullah (sav) zamanındaki mescid sahasının bir yerinde kılmak efdaldir. Buna da muvaffak olamayanlar Mescid’in tevsî edilen aksamında kılarlar. Peygamberimizin (sav) hayatında yapılan zât-ı ziyaret gibi, edebli, huşû ve tâzim içinde şuurlu olarak ziyaret yapılmalıdır.

Hz. Âişe’nin (rha) odası, biri diğerinin iki katı büyüklüğünde olmak üzere bir duvarla iki kısma ayrılmıştır. Büyük kısmında Mekâbir-i şerife bulunduğu, küçük kısmının Hz. Âişe (rha) tarafından istimâl edildiği anlaşılıyor. Âişe’nin (rha) ara sıra Mekâbir-i şerif tarafına geçip ziyaret etmiş olduğu da bildiriliyor. Hatta Hz. Ömer (ra) defnedilinceye kadar bu ziyaretlerini serbest ifâ ederken, Hz. Ömer’in defninden sonra bir örtü ile ihticâb ederek ziyaret eder olmuştur.

Asr-ı Saadet’te Hz. Âişe’nin (rha) hücresini ikiye ayıran bir duvar yoktu. Bunu Ömer ibn-i Hattâb (ra) bina ettirmiştir. Bu kısa bir duvardan ibaret iken, sonra Abdullah ibn-i Zübeyr (ra) (Âişe’nin -rha- yeğenidir) ziyade edip yükseltmiştir. Hz. Âişe (rha) Hicret-i Seniyye’nin 57. senesinde vefat ettiğine göre, Hz. Âişe’nin (rha) defnedilmesine Hücre-i Şerif’e müsait bir mahal olduğu gibi, kimsenin de bu mahalle defnedilmediği anlaşılıyor.

86 senesinde makam-ı saltanata geçen Velid ibn-i Abdu’l-Melik, Ömer ibn-i Abdu’l-Aziz’i Medine’ye vali tayin etmişti. Ömer, Medine’ye geldiğinde Kabr-i Saadet’e doğru namaz kılındığını gördü. Buna mâni olmak için Hücre-i Saadet’in duvarını yenilemek istedi. Melik’ten keyfiyeti istîzân eyledi. Ezvâc-ı Tâhirat’ın odaları satın alınarak yıktırılıp, bunların da Mescid-i Şerife ilhak ve tevsî’ edilmesi emrolunuyordu. Bu emre binâen Ömer ibn-i Abdu’l-Aziz, bu hücreleri Mescid-i Saadet’e ilhak etmekle beraber, Kabr-i Saadet üzerine de yeni bir hücre yaptırıp eski hücreyi yıktırmıştır. Bu yeni hücre, mescidin sakfı hizasına kadar yüksekti. Ve eski hücreyi dâiren-mâdâr kuşatmış ve ortasına almış bulunuyordu. (Bu inşâat hicri 91 tarihinde hitama ermiştir.)

(Hulefa-i Abbasiye’nin onuncusu Mütevekkil Alellâh, 232 senesinde makam-ı hilâfete geçtiğinde, Hücre-i Saadet’in duvarlarının her tarafını mermer kaplatmıştı. 530 senesinde halife olan Muktefi döneminde bu mermer kaplamalar insan boyunda tecdid edildiği gibi, bu mermer duvar üzerine de tavana kadar sandal ve abanoz ağacından şübbâk denilen bir kafes yaptırıldı. Hücre-i Saadet’in üzerine nice settareler tecdid ve ta'lik edilmiştir.)

Eski hücre yıkıldığında, duvar temelinin açılıp sağlam bir sûrette yapılmasını emretmiştir. Duvarın esası açılınca iki ayak görülmüş ve Ömer ibn-i Abdu’l-Aziz ağlamaya başlamıştır. Bu sıra orada hazır bulunan Ubeydullah ibn-i Abdullah ibn-i Ömer (ra) “Ey Emir sakın ağlama! O ayaklar ceddin Hz. Ömer’indir. Ömer defnedilirken hücre dar gelmişti de Ömer’in kabri duvarın esasına doğru kazılmıştı.” demiştir. Derhâl kapatılmıştır. Eski hücreler yıkıldığında üç kabir görünmüştür. Ebû Bekir’in kabri, Kabr-i Saadet’in ortasına müsadif idi. Hz. Ömer’in (ra) başı da Ebû Bekir (ra) Hazretlerinin ortasına muhazi idi ki;

Rivâyetlere göre;

Hz. Resûlullah’ın (sav) Kabr-i Saadet’i

Ebû Bekir’in (ra) Kabr-i Şerifi

Hz. Ömer’in (ra) Kabr-i Şerifi


Resûl-i Ekrem Efendimizin irtihâlinden evvel Âişe (rha) rüyasında üç kamerin bedr-i tam hâlinde sükût edip kendi hücresine girdiğini görmüş ve bu rüyasını pederi Ebû Bekir’e (ra) söylemişti. Muahharen Resûl-i Ekrem irtihâl edip Hz. Âişe’nin (rha) odasına defnolunca Ebû Bekir Hazretleri muhterem kızına: “Bu hücrene defnolunan mübarek vücud, senin birinci kamerindir. Ve bu en hayırlısıdır.” diye rüyasını tâbir etmiştir.

Hz. Âişe’nin (rha) gördüğü rüya tahakkuk etmiş bulunmaktadır.

Ashab-ı Kirâmlar Kabr-i Saadet’i kimseye ibraz etmemişler ve Hz. Âişe’nin (rha), Kabr-i Saadet’in mescid ittihaz edilmesinden endişe ederek mahfuz bulundurulması olsa gerektir ki, bu sûretle Resûl-i Ekrem Efendimizin, Tevhid-i Bâri nâmına perverde buyurdukları iki gaye ve arzuları tamamıyla tahakkuk etmiş bulunuyor.

Halife-i Ruy-i Zemin Hz. Ömer (ra) vefat ederken sözü şudur: “Bugün ben ondan o da benden uzaklaşan bu hilâfet yok mu? Keşke bunun bana ne ikabı, ne de sevabı dokunsaydı.”

Resûlullah “İnsan ölünce bütün hayır işleri ve ibâdetleri inkıtaa uğrar, yalnız üç nev’i a’mâl-i hayriyesi devam eder:

1- Hastahâne, mektep, çeşme, mescid, köprü gibi devamlı ve ömürlü hayırlar.
2- Kendisiyle ümmet-i İslâmiyye’nin istifade ettiği ilmî eserler.
3- Kendisine dua eden hayırlı evlâd.”

Görülüyor ki, hayır ile yâd edecek bir çocuğa mâlik olmak, bir kaşifin, bir müellifin ilmî eserleriyle bir sahib-i hayrın asırdide hayrât-ı câriyesiyle kıyamette müsavi addedilmiştir.

Etfal-i müşrikin hakkında şu üç nokta-i nazarı arz ederek bahsi hulâsa etmek isteriz: Bu üç mezhebden birisi ki, ekseriyetin nokta-i nazarıdır ve etfal-i müşrikinin babalarına tâbi olmasıdır. İkincisi, tevakkufu iltizam eylemişlerdir. Üçüncüsü bir kısmı ve Nevevî'ye göre de sahih olan mezhebdir. Müşrik çocuklarının cennetlik olmalarıdır.

Anne ve babaları aniden ölüp tasadduk için vasiyet edemeyenlerin ardından evlâdlarının tasadduku câiz olup, ebeveyninin müsâb olmasına Resûl-i Ekrem (sav) Efendimiz; “Evet (olur).” buyurmuşlardır.

Tirmizî’nin Muhammed ibn-i Sirin’den rivâyet ettiği bir haberi naklederek nihayet vereceğiz. İbn-i Sirin Hazretleri diyor ki: “Allah, Sevgili Habibi Muhammed (sav) ile Ebû Bekir ve Ömer’i bir tiynetten, bir cevherden yarattı. Sonra bu üç vücud-u mübareki yine o Hâk-i pâke iade buyurdu.” diye yemin etsem, şeksiz ve şüphesiz ve hiçbir istisnasız, tam bir vicdan kanaatiyle çok doğru ve gerçek olarak yemin etmiş olurum. Şu hadis-i şerif vechile bu gerçeği teyid eder. Şöyle ki: Hâkim’in bir isnad-ı sahih ile Ebû Saîd-i Hudrî’den (ra) rivâyet ettiği üzere, Resûl Ekrem Efendimiz Medine’de defnedilmekte bulunan bir cenazenin Habeşi bir Sahabi olduğunu öğrenince: “Lâ ilâhe illallah. Seması altında doğup büyüdüğü bir yerden kaldırılıp yaratıldığı kendi toprağına sevk edilmiştir.” buyurmuş olmalarıdır.

İnsanlar mâder-i rahimde tekâmül-ü anasırı nereden alınmış ise oraya iade edilir ve defnedilir.