Cihad kelimesi, cehidden müştaktır; cehd, meşakkat demektir. Şeriat örfünde cihad, Allah adını yüceltmek için Allah’a küfredenlerle savaşmaktır. Allah yolunda cihad, nefs ile de olur: Nefsi fazilet dâiresinde idareye, rezîletten vikayeye çalışmak da bir cihaddır. Bu cihadın faziletli hamleleri de, nefsin şehvet yollu temâyüllerine muhalefettir.
Resûlullah (sav) Mekke’de iken müşriklerle harb etmedi. Müslümanların hicretten evvelki vaziyetleri buna müsait değildi. Bu cihetle Mekke’de cihad haram kılınmıştı. Bir kısmı türlü işkencelere maruz kalıyor, bir kısmı da Habeş diyarına hicret ediyorlardı. Bütün bu hâllere de sabr ile iktihâm ediliyordu. Resûl-i Ekrem (sav) Medine’ye hicret edildikten sonra tedâfüî harb ve cihada memur oldu; mütecâviz düşmana karşı harb ve kıtâle başlandı. Sonra Eşhür-i Hurûm’ün haricinde tecavüzî cihad da mübah kılındı. En sonra mutlak ve umûmî sûrette müşriklere karşı cihad edilmesi emrolundu.
İslâm harb hukukuna göre cihad, bazı ahvallerde farz-ı ayndır, nefîr-i âmm hâlinde bütün Müslümanların devlet tarafından vuku bulan cihad dâvetine icâbet etmeleri vâcibdir. Bu vücûb, Müslümanların vatanına düşman tecavüzü yahut bir Müslüman’ın esareti ve esaretten kurtarılması me’mûl olduğu gibi hâllerde tahakkuk eder. Bunlardan başka hâllerde farz-ı kifâyedir. Bunlara ait malûmatın aşağıda izahı verilecektir.
Buharî Sahih’inde bu Siyer ve Megazi bâbının unvanında Tevbe Sûresi âyetlerinden iki âyet zikredilmiştir ki, meâlleri şöyledir:
“Allah mü’minlerden -cennet kendileri için bir hak olmak mukabilinde- canlarını ve mallarını satın aldı. Mü’minler Allah yolunda çarpışırlar da (kâh) öldürürler, (kâh) ölürler. Her (iki) hâlde Allah Tevrat’ta, İncil’de, Kur’ân’da (cennet’i mücâhidlere vermeyi) deruhte buyurup bir hak olarak vaad etti. Allah’tan ziyade kim ahdini yerine getirir? Şu hâlde (mü’minler) akdettiğiniz şu bey’inizden dolayı sevininiz! İşte şu (bey’i) o büyük necat ve selâmettir. (Mü’minler) tevbe ederler, ibâdet ederler, hamd ederler, oruç tutarlar, rükûa varırlar, secde ederler, taatle emredip günâhtan nehyederler. Ve Allah’ın hududunu muhafaza ederler. (Habibim) sen o mü’minleri müjdele!” (Tevbe Sûresi Âyet: 111-113)
Şârih Aynî, bu âyetin nüzûlüne sebep olarak Kurazî Muhammed ibn-i Kâ’b’dan şu vâkıayı naklediyor: Abdullah ibn-i Revâha (ra) Hazretleri Akabe gecesi Resûlullah’a (sav):
-Yâ Resûlullah! Medine’ye hicret buyurmayı bize vaadin mukabilinde Rabbin ve kendin için ne dilersen onu şart kıl, demişti. O da (sav):
-Rabbim için dileyeceğim şart, O’nun varlığını ve birliğini tasdik edip hiçbir şeyi O’na şerik kılmamanızdır. Kendim için de: Canınızı, malınızı esirgediğiniz her fenalıktan beni de muhafaza etmenizi şart kılarım, buyurmuş. Bunun üzerine Akabe biatinde bulunanlar:
-Biz bu vazifemizi yerine getirirsek mukabilinde bize ne var, diye sormuşlar. Resûlullah (sav) da,
-Cennet, buyurmuş. Akabe biatinin aziz simaları:
-Bu kazançlı bir alış veriş. Biz bundan ne cayarız, ne de cayılmasını isteriz, demişler. Bunun üzerine: “Allah mü’minlerden canlarını, mallarını satın aldı.” meâlindeki âyet-i kerime nâzil oldu.
Biat-ı Akabe: Akabe, Mekke civarında bir mevkii adıdır. Hicretten evvel Resûl-i Ekrem (sav) hacc mevsiminde Mekke haricine çıkar, hacc için etraftan gelen kabileleri Kureyş’ten saklı olarak İslâm’a dâvet ederdi. Medinelilerle bu Akabe mevkiinde iki defa buluşmuş ve kendilerinden biat almıştı. Bunun birincisinde 12 kişi, ikincisinde de Ensâr’dan 70 kişi bulunmuştu. Medine’nin eşrâfını teşkil eden bu zâtların arasında Abdullah ibn-i Revâha (ra) da vardı. İşte bu biate Akabe biati denilmektedir.
Buharî Hadis No: 1176- Ebû Hüreyre’den (ra) (şöyle) dediği rivâyet edilmiştir: (Bir kere) Resûlullah’a (sav) bir er kişi geldi de:
-Yâ Resûlullah! Bana cihada muadil bir ibâdet delâlet buyrulsa, dedi. Resûlullah (sav):
-Ben cihad değerinde bir ibâdet bulmuş değilim ki, buyurdu (ve devam edip):
-(Sana sorarım) gücün yetişir mi ki, mücâhid (sefere) çıktığı sıra sen (de) mescidine girip (o dönünceye kadar) namaz kılasın da hiç usanmayasın. Ve oruç tutasın da hiç iftar etmeyesin, diye sordu. O kişi:
-Buna kimin gücü yeter ki, diye cevap verdi.
Buharî’nin 1177 nolu hadisten evvel iki rivâyeti daha vardır ve meâli şöyledir.
1- İbn-i Mesud (ra) diyor ki: Bir kere Resûlullah’a (sav) sordum:
-Yâ Resûlallah! Hangi ibâdet efdaldir, dedim. Resûlullah (sav):
-Vaktinde kılınan namazdır, buyurdu.
-Sonra hangi ibâdet, dedim. Resûlullah (sav):
-Anaya, babaya iyi muamele, diye cevap verdi.
-Sonra hangi ibâdet, dedim. O:
-Allah yolunda (canıyla, malıyla) cihaddır, buyurdu. (Râvi İbn-i Mesud diyor ki:) Bunun üzerine ben Resûlullah’a (sav) sorgu sormaktan sustum. Eğer ben, daha çok sormak isteseydim, muhakkak bana çok cevap verecekti.
En faziletli ibâdetler hakkında vârid olan haberler, suâllerin sayısı ve tertibi itibarıyla muhteliftir. Bunun sebebi, birçok ahâdis-i şerifenin rivâyetlerinde görüleceği üzere suâl edenlerin maksatlarının, zemin ve zamanın muhtelif olmasıdır. İbn-i Mesud (ra), “Daha sorsaydım, Peygamber cevap verecekti.” demekte efdal-i a’mâlin bunlara münhasır olmadığına işaret etmiştir. Tertip hususunda da İbn-i Mesud’un (ra) suâli müessir olmuştur.
2- İbn-i Abbas’tan (ra) da Resûlullah (sav): “Mekke’nin fethinden sonra Medine’ye hicret artık vâcib değildir. Yalnız cihad ile iyi niyet vardır. Binâenaleyh devlet reisi tarafından gazâya çağırıldığınızda hemen icâbet edip çıkınız!” buyurduğu rivâyet edilmiştir.
Resûlullah (sav) Mekke’den Medine’ye hicret ettikten sonra Mekke’nin fethine kadar, Müslümanların zaifleri müstesna olmak üzere, kudretli olanların hicret ederek dinlerini siyânet etmeleri vâcib idi. Mekke’nin fethi üzerine bu vücûb ve hâlis niyetle hicrete terettüb eden sevab mürtefi’ olmuştur. Yalnız küfür diyarında bulunup da dinini izhâr ve vâcibât-ı diniyesini ifâ edemeyen Müslümanların İslâm illerine hicret etmeleri bilittifak vâcibdir. Niyet-i hâlisa ile cihadın vücûbu ebedi bâkidir.
Buharî Hadis No: 1177- Ebû Saîd(-i Hudrî)’den (ra) şöyle dediği rivâyet olunmuştur: (Bir kere Resûlullah’a):
-Yâ Resûlullah! İnsanların hangisi efdaldir, diye soruldu da Resûlullah (sav):
-Canıyla, malıyla Allah yolunda cenk eden mü’min, buyurdu.
-Sonra kim, diye sordular. Resûlullah (sav):
-(O da) vadilerden bir vadide (ihtiyar-ı uzlet eden) mü’mindir ki o, Allah’tan korkar da insanları, şerrinden rahat bırakır, buyurdu.
Buharî bu hadisin bâbında unvan olarak “İnsanların efdali; Allah yolunda canıyla, malıyla cihad eden mü’mindir!” dedikten sonra Sâff Sûresi’nin şu meâldeki üç âyetini zikrediyor: “Ey iman edenler! Size ben, sizi çok elemli bir azabdan kurtaran bir kazanç yolu gösteriyim mi? Siz Allah’a ve O’nun Peygamberine iman ediniz. Ve Allah yolunda mallarınızla, canlarınızla mücâhede ediniz -ki, sizin bu cihad ve imanınız bilmiş olsanız sizin için çok hayırlıdır- tâ ki, Allah sizin hesabınıza günâhınızı yarlığar ve sizi içinden ırmaklar akan cennetlere ve (Cennet-i Adn’de) güzel meskenlere kor. Cennetlere bu giriş, çok elemli azabdan büyük bir kurtuluştur.” (Sûre-i Sâff Âyet: 10-12)
Bu hadis-i şerifin ikinci fıkrasında bildirilen “bir vadide ihtiyar-ı uzlet” tâbiri, umûmî ahlâkın bozulduğu zamanlarda İslâmî umdeleri siyâneten kendi evinde veya mesâi hayatında münzevî bir yaşamak tarzı ihtiyar edilmesinin hayırlı olduğunu temsilden ibarettir. Ve matlûb olan, halkın dedikodusundan ictinab ederek mü’minin kendi bucağında İslâm faziletler dâiresinde yaşamasıdır. Hadis, gayenin bir fevzâ değil, bir inziva olduğunu pek açık olarak gösteriyor. Yoksa memleketi bırakıp dağ başında yaşamanın matlûb olduğu anlaşılmamalıdır. Böyle bir hareket İslâm ictimaiyâtına tamamıyla aykırıdır.
Nevevî, fitneden selâmet me’mûl olmak şartıyla halk ile ihtilâtın inzivadan efdal olduğunda ulemânın cumhuru ittifak etmiştir, diyor. Cumhurun bu nokta-i nazarına Resûl-i Ekrem’in (sav) şu kavl-i şerifi de delâlet etmektedir:
“Halk arasına girip onunla kaynaşan ve onların ezâsına sabreden mü’min, halk ile düşüp kalkmayan ve cemiyetin teklif ettiği vazifelerin ağırlığına tahammül etmeyen mü’minden ecir ve sevab cihetiyle daha büyüktür, daha kazançlıdır.” (Umdetü’l-Kârî).
Buharî Hadis No: 1178- Ebû Hüreyre’den (ra), Resûlullah’ın (sav) şöyle buyurduğunu işittim, dediği rivâyet edilmiştir: “Allah yolunda (harb eden) mücâhidin benzeri -Allah, kendi yolunda cihad eden kimse(deki gaye)yi çok iyi bilir ya- (gündüz) oruç tutan ve (gece) namaz kılan (mü’min)in meselidir. Allah, kendi yolunda döğüşen mücâhid için ya onun şehâdeti sûretiyle onu (hesapsız derhâl) cennete koymayı yahut mücâhidin sevabla veya ganimetle beraber sâlimen (meskenine) dönmesini deruhte etti.”
“Allah kendi yolunda cihad eden kimsenin maksadını çok iyi bilir.” fıkrası bir cümle-i mu’tarızadır. Bununla murad, mücâhidin Allah yolunda i’lâ gibi hâlis bir niyetle mi, yoksa dünyalık gibi fâsid bir arzu ile mi gazâ meydanına atıldığının Allah yanında malûm olduğunu beyandan ibarettir ki, vaad olunan her iki ilâhi kefâletin bu niyetlere göre tecelli edeceğidir. Eğer niyet hâlis ise, şehid olursa, Allah’ın inâyetiyle hesapsız, azabsız, derhâl cennete gideceği; mücâhid şehid düşmez de sâlim evine dönerse, eli boş değil, ya ecir ve sevab ile yahut da hem sevab ve hem ganimetle birlikte döneceği vaad edilmiş bulunuyor. Mal var ise ganimete nâil olabilir, yok ise ecr-i azim ile döner, demektir.
Gündüz sâim, gece kâim olan mü’minlerin ecirsiz ânı olmadığını ihbar etmekle, mücâhidin de her zamanı ecir ve sevabı müstelzim hâlis ibâdet olduğunda şüphe olmadığıdır. Nitekim Tevbe Sûresi’nin 119. âyetinde meâlen Rabbimiz bu ulviyeti izah buyuruyor:
“Allah yolunda mücâhidlerin ne bir susuzluk, ne bir yorgunluk, ne bir açlık çekmeleri, ne de kâfirleri gayza getirecek bir mevkii çiğnemeleri, ne de düşmandan bir muvaffakıyete nâil olmaları bulunmaz ki, mukabilinde kendileri için mutlak bir hâlis amel yazılmış bulunmasın, çünkü Allah Muhsinlerin ecrini zâyi etmez.”
Cennete dâhil olmak için cihad etmekle etmemek müsavi addedilmiştir. Şu kadarı var ki, mücâhidler hakkında ziyade beşâretler vardır.
Buharî Hadis No: 1179- Yine Ebû Hüreyre’den (ra) şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Resûlullah (sav) buyurdu ki:
“Her kim Allah’a ve O’nun Resûlüne iman eder de namaz kılar ve Ramazan’da oruç tutarsa, onu cennete koymak Allah üzerine (sanki) bir hak olur. O kimse ister Allah yolunda cihad etsin, isterse içinde doğduğu toprağında (evinde) otursun.” Bunun üzerine Ashab:
-Yâ Resûlullah! (Bu haberi) halka müjdelemez miyiz, demişlerdi. Resûl-i Ekrem (sav) (şöyle) söyle(yerek istidrak eyle)di:
-Cennette yüz derece vardır ki, Allah onları Allah yolunda cihad eden mücâhidler için hazırlamıştır. İki derece arasındaki mesafe, gökle yer arasındaki mesafe gibidir…
Buharî Hadis No: 1188- Berâ’nın (ra) şöyle demiş olduğu rivâyet olunmuştur: (Uhud harbinde) Nebi’ye (sav) demir (zırh) ile yüzü örtülü bir kişi geldi de:
-Yâ Resûlullah! (Hemen) harb edeyim de (sonra) Müslüman mı olayım, diye sordu: Resûlullah (sav):
-Müslüman ol, sonra harb et, buyurdu. O da hemen Müslüman oldu. Sonra vuruştu. Nihayet şehid edildi. Bunun üzerine Resûlullah (sav):
-Az işledi, fakat çok kazandı, buyurdu.
Resûlullah’ın (sav) “İptidâ Müslüman ol, sonra gazâ et!” buyurmaları, şehidin şehâdet rütbesine ve bu sûretle Allah’ın ihsan ve keremiyle bir saatte cennet gibi ebedi bir saadete erebilmesi, onun İslâm câmiasına girmiş olmasına mütevakkıf olduğu hükmünü iş’âr eder.
Buharî Sahih’inde Berâ’ (ra) hadisinin unvanında Sâff Sûresi’nin 2.3.4. âyetlerini zikretmiştir ki, meâlen şöyledir: “Ey o iman edenler! Yapmayacağınız, şeyi niçin (yaparız) dersiniz? Allah yanında en ziyade menfur olan, sizin yapmayacağınız şeyi (yaparız) demenizdir. Allah kendi yolunda (taşları birbirine) kurşunla (kenetle)nmiş yalçın duvarlar gibi saf bağlayarak çarpışan erleri sever.” Bu üç âyetten üçüncüsünde en beliğ bir üslûb ile askeri terbiyenin ve mütesânid bir saff-ı harb nizamının lüzumu ve böyle askeri bir disiplin ile cihadın Allah indinde mergub olduğu bildiriliyor. Askerde nizamsızlık ve bilhâssa bozgunculuk Kur’ân-ı Mübin’imizin şiddetle menettiği en menfûr bir harekettir. Bu, askerin harici nizamıdır. Onun bir de dâhili, vicdani ve kalbi nizamı vardır ki, o da her erin kalbi Allah’a bağlı metin bir kale olmaktır. Bütün hey’et-i askeriyenin bir iman, bir vatan, bir mefkûre uğrunda birbirine kurşunla kenetlenmiş beton bir duvar hâlinde bulunması hâli de bu âyetten istifade edilen bir mânadır.
Müfessir Mukatil bu âyetlerin sebeb-i nüzûlünü şöyle bildiriyor: Cihad farz kılınmadan önce bir kısım mü’minler: “Hangi ibâdet Allah’a çok sevimlidir? Allah bize bildirse de onu işlesek!” derlermiş. Hakk katında en sevimli ibâdetin, Allah yolunda cihad olduğu bu âyetle bildirilmiştir. Fakat mü’minlerden bir kısmının cihad hoşuna gitmemiştir. Bu defa Cenâb-ı Hakk mü’minleri irşâd ve te’dip için: “Ey iman edenler! Yapmayacağınız işi niçin (yaparız) dersiniz? Allah yolunda en mebguz olan şey, sizin yapmayacağınız şeyi (yaparız) demenizdir.” buyurmuştur.
Nesefî Tefsir’inde de şu muhtasar sebeb-i nüzûl kaydedilmiştir: Bazı kimseler Resûlullah’a (sav) gelerek; “Ben gazâda şöyle yaptım, böyle yararlık gösterdim.” diye söylenirlermiş. Hâlbuki bu sözlerin tamamıyla hilâf-ı vâki olması üzerine: “İşlemediğiniz işleri niçin söylersiniz?” kavl-i şerifi nâzil olmuştur.
Buharî Hadis No: 1189- Enes ibn-i Mâlik’ten (ra) şöyle rivâyet olunmuştur: Berâ’ kızı Rübeyyi’nin anası -ki bu kadın Hârise ibn-i Sürâka’nın da anasıdır- Nebi’ye (sav) gelerek:
-Yâ Nebiyyallah! Hârise(’nin hâlin)den bana haber vermez misiniz? O’na, Bedir günü serseri bir ok dokunarak öldürmüştü. Eğer oğlum cennette ise (bu acıya) sabrederim. Cennette değilse ona gücüm yettiği kadar ağlamaya çalışırım, demişti. Resûlullah (sav) cevaben:
-Ey Hârise’nin anası, sana şanlı bir haber vereyim: Cennette birçok yüksek dereceler vardır. Oğlun muhakkak bunlardan Firdevs-i A’lâ (denilen en yüksek derece)’ya erişti, buyurmuştur. Bu cevap üzerine kadıncağız:
-Eyi, eyi yâ Hârise! Ne mutlu sana, diye dönüp gitmiştir.
Hârise, Bedir harbinde su içmek üzere havuz başına geldiğinde Hibbân ibn-i Arika tarafından atılan bir ok Hârise’nin hançeresine isabet ederek ölmüştür. Medine’li Ebû Mûsâ’nın bildirdiğine göre Hârise, şehâdeti zamanında erlik çağına ermemişti; Bedir harbini seyre gelmiş bir oğlancıktı. Bunun için oku atan Hibbân, okunu Hârise’yi öldürmek maksadıyla atmamıştı. Bu cihetle bu ok serseri vasfıyla tavsif olunmuştur. Hârise’nin anası da şehid olmak için düşmanın ihtiyariyle atıp öldürmesi şehâdetin şartıdır, sanıyordu. Bunun için soruyordu.
(Firdevs: Ehl-i cennetin tenezzüh mahallidir.)
Buharî Hadis No: 1190- Ebû Mûsâ (Eş’ari)’den şöyle demiş olduğu rivâyet olunmuştur: (Bir kere) Nebi’ye (sav) bir kişi geldi de o:
-(Yâ Resûlullah!) Bir kısım kimseler ganimet malı için muharebe eder, bir kısım kimseler de (halk arasında) övülmek için muharebe eder, bir kısım insanlar da (şecâatte) mevkii görülsün diye cihad eder. Şu hâlde Allah uğrunda cihad eden ya kimdir, diye sordu. Resûlullah (sav):
-Kim ki yalnız Allah adı (varlığı ve birliği prensibi) yüce olsun diye cihad ederse, o mücâhidin cihadı Allah yolundadır, buyurdu.
Buharî Hadis No: 1192- Ebû Hüreyre’den (ra) şöyle dediği rivâyet olunmuştur: (Bir kere) Resûlullah (sav):
-Allah, iki kişiyi rızasıyla karşılar ki onlar, biri öbürünü öldürüp cennete giren iki kimsedir, dedi. (Ashab taaccüb ederek):
-Yâ Resûlullah! Hem öldüren, hem ölen ikisi birden nasıl cennete girer, diye sordular da, Resûlullah (sav):
-Şu (Müslüman) Allah yolunda çarpışarak şehid düşer (de cennete girer). Sonra Allah öldürene hidâyet eder. (O da Müslüman olur. Allah yolunda cihad eder.) O da şehid düşer, diye cevap verdi.
İbn-i Abdi’l-Ber: “Bu hadisten, Allah yolunda nefsini feda eden her Müslüman’ın muhakkak cennete gireceği hükmü istifade edilir.” demiştir. Yine İbn-i Abdi’l-Ber: “Bütün ilim adamlarına göre bu hadisin mânası, birinci katilin katli ika ederken kâfir olduğudur.” demiştir ki, Buharî de hadisten bu mânayı anladığını, bu hadisin unvanında şu sözleriyle ifade etmiştir: Bir kâfir bir Müslüman’ı öldürür, sonra katil Müslüman olur ve dininde samimi ve doğru bulunur. En sonun da o da gazâ meydanında şehid edilir. Bu sûretle ikisi de cennete girmiş olur. Şârih Aynî de “Birinci katilin Müslüman’a da ta’mîmine mâni yoktur.” diyor.
Bu hadisten evvel Buharî’nin birkaç bâbında unvan olarak zikredip de müellif Zebîdî tarafından ihtisâr için Tecrid’e alınmayan birkaç âyet-i kerime ile hadis-i şerif vardı ki, cihad mevzuuyla pek ziyade alâkalı bulunduğundan, bunlardan bir kısmını olsun burada bildirmeden geçemeyeceğiz:
Birincisi: Haklarında Âl-i İmrân Sûresi’nin 169-171. âyetleri nâzil olan Uhud şehidlerinin fazileti bâbıdır. Bu üç âyet-i kerimenin meâlleri şöyledir: “(Peygamberim!) Allah yolunda katlolunan o şehidleri sakın ölmüşlerdir sanma! Belki onlar Allah’ın kereminden ihsan buyurduğu nimetlerle merzûk ve mesrûr olarak Rableri yanında hayattadırlar. Bunlar arkalarından şehid olarak kendilerine ulaşamayan mücâhidler hakkında da ‘Onlara asla korku yoktur, onlar hiç bir vechile mahzun da olmayacaklardır.’ diye müjdelenirler. (Yine böyle) Allah tarafından (şehidlere) verilen büyük nimeti, bol ihsanı var ve Allah’tan, mü’minlerin ecrini asla kaybetmeyecek diye müjde alırlar.”
Bu âyetlerin nüzûlüne sebep olarak bir kısım haberler rivâyet edilmiş ise de bunlar arasında en meşhuru Ahmed ibn-i Hanbel’in, Ebû Dâvud’un, İbn-i Cerir’in, Hâkim’in müştereken rivâyet ettikleri İbn-i Abbas (ra) hadisidir. Bu rivâyete göre, Resûlullah (sav) şöyle buyurmuştur:
Ashabım! Din kardeşleriniz Uhud harbinde şehid düşünce Allah onların ruhlarını yeşil kuşlar hâlinde yarattığı bir takım şekillere koydu. Şimdi onlar cennet ırmaklarına varıp sulanırlar, cennet meyvelerinden yerler, Arş’ın gölgesinde asılı altın kandillere konup rahat ederler. O şehid ruhları böyle güzel yiyecek ve içecek âlemini, barınacak güzel bir hâb-gâhı bulunca:
-N’olaydı, din kardeşlerimiz Allah’ın bize ihsan ettiği nimetleri bilseydiler. Kardeşlerimizin cihad ve gazâdan çekinmemeleri ve bu mukaddes vazifeyi başkalarına bırakmamaları için bizim hayat ve saadetimize vâkıf olmalarını çok temenni ederdik, dediler. Bunun üzerine Allah-u Teâlâ:
-Bu arzunuzu kardeşlerinize sizin nâmınıza biz yetiştiririz, diyerek:وَلاَ تَحْسَبَنَّ الَّذِينَ قُتِلُواْ فِي سَبِيلِ اللّهِ أَمْوَاتاً (Ve la tahsebennellezîne gutilû fî sebîlillâhi emvâtâ...) “Allah yolunda katlolunan o şehidleri sakın ölmüşlerdir sanma!...” kavl-i şerifini inzâl buyurdu.
İkincisi: Buharî’nin “Cennet kılıçların (şakıyan) yıldırımı altındadır.” unvanlı bir bâbıdır. En yüksek bir edebi ihtişamı hâiz olan bu unvanı müellif Buharî “Cennet, kılıçların gölgesi altındadır.” hadis-i şerifinden mülhem olarak yazmıştır.
Hadiste gazilerin, kılıçlarını düşmana karşı şehâmetle kullanmaları, cennete girmelerine sebep olduğu en veciz, fakat en cemiyyetli bir üslûb ile ifade edilmiştir. Dört kelime ile cihada terettüb eden sevab ve cihada tergib en beliğ bir sûrette ihbar ve ifade edilmiş bulunuyor.
Üçüncüsü: Harb meydanında gösterilen şecâati medh, korkaklığı zem bâbıdır. Bu bâbında Buharî, Resûlullah’ın (sav) siyretine dâir Enes ibn-i Mâlik’in (ra) bir hadisini rivâyet ediyor. Enes ibn-i Mâlik (ra) demiştir ki: “Nebi (sav) insanların en güzeli idi, insanların en cesuru idi, insanların en cömerti idi. Bir gece Medine halkı düşman baskınından korkmuştu da yalnız Resûlullah (sav) (Ebû Talha’ya ait Mendub adlı durgun ve çıplak) bir atın üstüne atlayarak (düşmanın sesinin geldiği tarafa sürmüş) Medinelileri geride bırakıp geçmişti.” Yine Enes (ra): “Resûlullah’ın (sav) altında o durgun atı biz, sanki bir derya olmuş da su gibi akıyor sanıyorduk.” demiştir.
Resûlullah’ın (sav) kıldığı her namaz sonunda ettiği dua cümlesinden biri de korkaklıktan Allah’a sığınmaktı. Bu hususta Buharî, şu iki hadisi rivâyet etmiştir:
1- Sa’d ibn-i Ebî Vakkas’ın (ra) rivâyetine göre, Resûlullah (sav) her namaz sonunda şunlardan Allah’a sığınırdı da: “Yâ Rabb! Korkaklıktan, erzel-i (ömrün en kötü çağı olan bunaklıkla insanın çocukluk devrine intikâl ve avdet etmesi) umre red olunmaktan, dünya mihnetinden, kabir azabından sana sığınırın.” derdi.
2- Enes ibn-i Mâlik’ten (ra) de Nebi’nin (sav): “Allahım, irade ve kudretsizlikten, ağırcanlılık ve tembellikten, sarsaklık derecesinde ihtiyarlıktan, hayatın mihnetinden, mevtin musibetinden sana sığınırım!” diye dua buyurduğu rivâyet olunmuştur.
Hadisin ikinci râvisi Amr ibn-i Meymûn da: Sa’d ibn-i Ebî Vakkas (ra) çocuklarına bu istiazeleri, muallimin çocuklara yazı yazmayı öğrettiği gibi öğretirdi, demiştir.
Dua:
1- فِتْنَةِ مِنْ بِكَ اَعُوذُ وَ الْعُمْرِ اَرْذَلِ اِلَى اُرَدُّ اَنْ مِنْ بِكَ اَعُوذُ وَ الْجُبْنِ مِنْ بِكَ اَعُوذُ اِنِّى اَللَّهُمَّ
الْقَبْرِ عَذَابَ مِنْ بِكَ اَعُوذُ وَ الدُّنْيَا (Allâhümme innî eûzü bike mine’l-cübni ve eûzü bike min en üredde ilâ erzelil’l-ömr. Ve eûzü bike min fitneti’d-dünyâ. Ve eûzü bike min azâbi’l-kabr.)
“Allahım! Korkaklıktan Sana sığınırım! Erzel-i ömür (denilen ihtiyarlığın bunaklığın)dan da Sana sığınırım! Dünya fitnesinden de Sana sığınırım! Kabir azabından da Sana sığınırım!”
2- الْمَمَاتِ وَ الْمَحْيَا فِتْنَةِ مِنْ بِكَ اَعُوذُوَ الْهَرَمِوَ الْجُبْنِوَ الْكَسَلِ وَ اَلْعجْزِ مِنْ بِكَ اَعُوذُ اِنِّى اَللَّهُمَّ
الْقَبْرِ عَذَابَ مِنْ بِكَ اَعُوذُ وَ (Allâhümme innî eûzü bike mine’l-aczi ve’l-keseli ve’l-cübni ve’l-herem. Ve eûzü bike min fitneti’l-mahyâ ve’l memât. Ve eûzü bike min azâbi’l-kabr.)
“Allahım! Buhülden (cimrilikten), tembellikten, korkaklıktan ve bunaklık derecesinde ihtiyarlıktan Sana sığınırım! Hayat ve ölüm fitnesinden de Sana sığınırım! Kabir azabından da Sana sığınırım!”
Dördüncüsü: Cihada dâvet olunduğunda icâbet etmenin vâcib olduğunun beyanı bâbıdır. Bu bâbın unvanında Buharî ibtidâ Tevbe Sûresi’nin 41, 42 inci âyetlerini zikretmiştir ki, meâlleri şöyledir:
“(Ey iman edenler!) Siz yeyinli ve ağırlıklı olarak (genç, ihtiyar; evli, bekâr; fakir, zengin; piyade, süvari, hepiniz) evlerinizden fırlayıp cihada gidiniz! Ve mallarınızla, canlarınızla Allah yolunda cihad ediniz! Eğer siz (hayır nedir) bilir kişiler iseniz (biliniz ki) cihad sizin için çok hayırlıdır. (Habibim!) eğer (Tebük seferi) yakın bir ganimet, kolay bir sefer olsaydı, (münafıklar da) mutlaka arkana düşerlerdi. Lâkin bu çok meşakkatli sefer, kendilerine uzak geldi. (Bununla beraber münafıklar) ‘Gücümüz yetseydi muhakkak sizinle yola çıkardık!’ diye (yalan yere) yemin edeceklerdir. Onlar kendilerini (yalancılıkla) ölüme sürüklüyorlar. Allah bilir ki, onlar muhakkak yalancıdırlar.”
Sonra Buharî unvanında yine Tevbe Sûresi’nin 38,39. âyetlerini zikretmiştir ki, bunların meâlleri de şöyledir:
“Ey iman edenler! Size ne oldu ki ‘Allah yolunda cihada gidiniz!’ denilince siz, yerinize, yurdunuza bağlanıp ağırlaştınız! Yoksa âhiretten (geçerek) dünya hayatına râzı mı oldunuz? Fakat o süflî hayatın kıymeti, âhiret(in yanın)da pek az (hayırlı) olduğu muhakkaktır. Eğer siz (Peygamberle) toplu cihada gitmezseniz, Allah sizi çok acıtan bir azab ile cezalandırır. Ve (o bağlandığınız yerinize) sizden başka bir kavim getirir de Allah’a hiçbir zarar veremezsiniz! Çünkü Allah’ın her şeye tamamıyla kudreti yeter.”
Âyet-i kerimedeki “Evlerinizden çabucak fırlayıp çıkınız, cihada gidiniz!” emri, mutlak olduğundan birçok Sahabi ve Tâbii’ye göre, umûmî seferberlik emri verilince genç, ihtiyar; evli, bekâr; zengin, fakir; hasta, sağlam her Müslüman’ın bu emre zor, kolay; ister-istemez icâbet etmesi farz olur. Bu umûmî seferberlik tahtında husûsi de dâhil olduğundan, devletin husûsi seferberlik emrine de aynı süratle icâbet edilmesi vâcib olur.
Bu umûmî seferberlik kumandasına tâlim eden bu âyet-i kerime, Şarki Roma İmparatorluğu’na karşı tedâfüî olarak açılan Tebük seferi hakkında nâzil olmuştur. Müfessir Süddî’nin beyanınca göre, Tebük seferinde yiyecek ve içecek gibi sefer vasıtalarından mahrum olan fakirler ile hastalar da mükellef bulunuyordu. Ve bu emir, Müslümanlara çok güç gelmişti. Bilâhare tahfif edilip Tevbe Sûresi’nin 82. âyetiyle zaifler, hastalar, azık ve binekten mahrum fakirler istisna edilmiştir. Âyetin meâli şöyledir:
“(Gazâdan âciz) Bedeni nahif kimse(lere, ihtiyarlara, çocuklara, kadın)lara, hastalara, yiyecek, içecek, binecek bulamayan fakirlere (gazâdan tahallüf ettikleri için) günâh yoktur. Bunlar cephe gerisinde bozgunculuk hareketine karşı Allah ve Resûlullah için nasihat ve mukabele ettikleri müddetçe bu hayırhah kimselere günâhtan bir şey yoktur. Allah bunların günâhlarını yarlığar, tevbelerini kabul eder.”