4.6.2. Sadaka-i Kâmile
Buharî Hadis No: 705- Nebi’den (sav) naklen Hâkim ibn-i Hizâm’dan (ra) şöyle rivâyet edilmiştir:
Resûl-i Ekrem (sav) buyurmuştur ki: “Yed-i ulyâ (veren), yed-i süflâdan (alan) hayırlıdır. Tasadduka, nafakası üzerine vâcib olanlara ihsan ile başla! Sadaka-i kâmile, bol maldan verilendir. Tese’ûlden sakınmak isteyenleri Allah afîf kılar. (Halktan) müstağni olmak isteyenleri de Allah ganî kılar.”
Şârih Hattâbî “Kişinin malından ehline, iyâline kifâyet edecek miktarını ayırdıktan sonra çıkarıp verdiği sadaka, hayırlı sadakadır.” diyor. Buharî Sahih’inde kendisi de “Sadaka ancak kuvvetli bir servetten ayrılıp verilir ve bu sadaka, hayırlı sadakadır.” hükmünü izah ediyor ve bunları tasaddukun şerâit-i esasiyesinden addediyor:
Sadaka veren kimsenin ne kendisinin, ne de âilesinin muhtaç olmaması, borçlu da bulunmaması lâzımdır. Üzerinde kul borcu olan kimse için vâcib olan, evvela borcunu vermektir. Bu farzdır. Sadaka vermek nafiledir. Borçlunun kazancı kendisinin değil, bi’l-kuvve alacaklının malıdır. Binâenaleyh borçlunun kazancında sadaka vermek sûretiyle tasarrufu bir nev’i sefâhattir. Hâkim tarafından hacr olunur. Bu bâbda Buharî, borçlunun sadaka vermesi, hibesi, köle azad etmesi merduddur, dedikten sonra ta’likan ve birinci olarak “Bir kimse halkın malını israf için borçlanırsa, Allah o malı itlaf eder.” hadisini rivâyet ediyor.
Bundan sonra istikrâz bahsinde de Ebû Hüreyre’den (ra) nakledilerek rivâyet olunan “Kim ki halkın malını edâ etmek niyetiyle borçlanırsa, o kimseye Allah borcunu ödemeyi teshîl eder. Kim ki itlaf ve israf etmek üzere borç alırsa, Allah itlaf eder, borç aldığı malın hayr-ü bereketini göremez.”
Bundan sonra da Buharî, kendisi ve âilesi muhtaç iken sadaka verebilecek yalnız Ebû Bekr-i Sıddık (ra), Ensâr-i Kirâm gibi nüfûs-i zekiyye sahipleridir, diyerek bunları istisna ediyor.
Taberî’nin ve başkalarının beyanına göre, ulemânın cumhuru indinde sıhhati, akl ü şuuru yerinde olan bir kimse üzerinde kul borcu olmayarak, fakr ü ihtiyacın tazyikine sabrederek mecmû-ı malını tasadduk ederse ve kendisinin âilesi de bulunmazsa veyahut bulunur da kendisi gibi sabr ü tahammül sahibi olurlarsa, bu şerâit dâiresinde sadaka câizdir. Bu şartlardan birisi eksik olursa, mecmû-ı malı tasadduk mekruhtur. Bazı ulemâ da merduddur, demişlerdir. Bazı ulemâ da sülüs malı hakkındaki tasarruf ve tasadduku kabul edilip iki sülüsü kendisine red olunur, demişlerdir.
Yalnız aklî ve felsefî esaslardan mülhem olarak yazılan ahlâkî eserlerde de vazâif-i ahlâkiyye bu sûretle beş nev’e ayrılmıştır: Nefsi, âilevi, hem-şehri, insanî, medeni. Çünkü Nesâî’nin Ebî Humeyd-i Sâidî’den (ra) gelen bir rivâyetinde daha şümullü ve umûmî bir tertibe şâhid oluyoruz. Bu tertibi de Resûl-i Ekrem (sav) şöyle tâlim buyurmuşlardır:
1- Evvela zâti ve nefsi vazifeni ifâ et.
2- Nefsinden ne artarsa bunu da ehline, âilene sarf eyle.
3- Âilenden bir şey artarsa, bunu da akraba ve taallukatına tasadduk eyle.
4- Bunlardan arta kalanı da sağındaki, solundaki konuya, komşuya tasadduk et.
Bir âile reisinin daima zinde ve sıhhatli olması için nefsi ön plâna alınmıştır.