4.4.5. Zekâtın Mahallinde Sarf Edilip Edilmemesi


Bazı ulemâ, hadis-i şerifteki “Zekât, ağniyâsından alınır, onların fakirlerine verilir.” fıkrasından, zekât vâcib olan beldeden öbür beldeye zekât nakletmek câiz değildir, hükmünü istifade etmişlerdir. Hadisteki fukara ile Müslümanların fakirleri maksud olup zekât alınan belde fakirleri ile diğer belde fukara-i Müslimîni arasında bir fark yoktur. Taybî diyor ki: “Bir beldeden diğer birisine zekât naklolunarak edâ edilirse, farzın sâkıt olacağında ittifak edilmiştir. Bu icmâa yalnız Ömer ibn-i Abdi’l-Aziz muhalefet etmiştir. Zaman-ı hilâfetinde Horasan’dan Şam’a gönderilen emval-i zekâtı Horasan’a iade etmiştir. Aliyyü’l-Kârî Mişkât şerhinde; icmâa muhalefetinde delâlet etmez, diyor. İadesi kemâl-i adaletindendir. Zekâtta sahih ve muteber olan “mekân-ı mâl”dır. Yani zekât malının bulunduğu mahaldir. Sadaka-i fıtırda muteber olan da “mekân-ı re’s”tir. Yani sadaka-ı fıtır verecek kimsenin bulunduğu şehir fukarasıdır. Bu muteberlik, zekât hükmünün muktezasına, sebeb-i hükmün bulunduğu mahalde riâyet edilmiş olmak içindir. Binâenaleyh sahib-i zekât için akrabasına veyahut daha ziyade müstehikkına verilmek sûretiyle zekât naklinde kerâhet yoktur. Hatta zekât sevabından başka sıla-i rahim sevabını da hâizdir. Aksi hâllerde mekruhtur. Dâr-ı harbden dâr-ı İslâm’daki fukara-i Müslimîne de zekât naklinde kerâhet yoktur.

Müzekkinin bulunduğu beldeden diğer bir beldeye zekât naklinde de kerâhet vardır. Sebebi de hakk-ı civara riâyet gibi ulvi bir gayeyi de ihtiva eden zekâta, müzekkinin kendi beldesi halkı, öbürlerinden daha ziyade layık iken, buna riâyet edilmemesi terk-i evlâ olduğundan, zekât naklinde kerâhet vardır, denilmiştir. Şu kadar ki bu kerâhet, kerâhet-i tenzihiyyedir. Ve masraf-ı zekât, mutlak fukara olduğu için nakli câizdir de. Zekâttan malın bulunduğu, sadaka-i fıtırda da kişinin ikâmet ettiği beldeye itibar olur. Ve buradan nakletmek mekruhtur.

Zekâtın kerâhetsiz nakledilen şekli de vardır. Müzekkinin muhtaç akrabasına nakletmesidir. Ve bu nakil efdaldir. Hatta Ebû Hafs-ı Kebir Ebû Hüreyre’den (ra) merfûan rivâyet edilen ehadis-i şerife istinâden muhtaç akrabası varken, başkasına zekât veren kimsenin zekâtı kabul olmaz, demiştir. Dürrü’l Muhtar hâşiyesinde hadisi şerifteki “kabul etmez.” kavli ile maksud, sevab ve fazileti olmaz, demektir. Gerek akrabaya, gerek yabancı bir fakire zekât temliki ile farz sâkıt olur.

Kuhistânî’de akraba arasında şöyle bir tertip bildirilmiştir. Zekât verilmesi efdal olan birinci derecede müzekkinin kardeşleri, sonra kardeşinin çocukları, sonra amcaları ve halaları, sonra dayıları ve teyzeleri, sonra da asabeden olmayan ve mirasta hiçbir sehmi hâiz bulunmayan zevü’l-erhâm gelir ki, bunlar da müzekkinin uzak muhitidir. Bunlardan sonra da komşular ve daha sonra memleketi sekenesi hemşehriler gelir. “İbn-i Âbidin” de bu tertip üzerine ifâ edilmesini müdafaa ediyorlar.

Zekât naklinde kerâhet olmayan bir cihet de müzekkinin kendi bulunduğu beldenin fukarasından daha ziyade muhtaç yahut daha ziyade sahib-i takva kimse bulunması yahut da naklin menâfi-i Müslimîne daha uygun olması hâlleridir. Bu sûretle de zekât naklinde kerâhet görülmemiştir.

Kerâhet olmayan bir cihet de dâr-ı harbden dâr-ı İslâm’a nakledilmesidir. Dâr-ı harbde bulunan fukara-yi Müslimînden dâr-ı İslâm’da bulunan fukara-yı Müslimîne vermek üzere zekât naklinin hatta daha efdal olduğu Mecmaü’l-Enhür’de ve Bahir’de zikredilmektedir. İbn-i Âbidin Sahib-i Bahr’in yukarıdaki fetvasına: “Yalnız Müslüman esirler bulunursa, zillet-i esaretten yakalarının kurtarılmasına yardım olduğu takdirde bunlar zekâta dâr-ı İslâm’daki fakirlerden daha ziyade layıktırlar.” sûretinde bir kayd ilâve ediyor ki, hakikaten dikkate şâyândır.

Tâlib-i ilme nakletmekte de kerâhet yoktur. Mirâc’da: “Âlim bir fakire sadaka ve zekât vermek, cahil fakire vermekten efdaldir.” deniliyor. Kuhistânî de bu fetvayı iltizam ettiğine göre, tâlib-i ilme ve yarının ilmî ihtiyacını karşılamak üzere yetişecek bir gence zekât parası göndererek yardım etmekte, elbette ki daha yüksek bir isabet vardır.

Edâ-i deyn için nakilde de kerâhet yoktur. Borcun, ne elim bir musibet olduğu herkesin bildiği bir hakikattir. Bir mü’mini bu musibetten halâsı için zekât naklinde fukahâ, kerâhet görmemiştir. (Bahr-i Râik).

Zekât-ı muaccelenin naklinde de kerâhet yoktur. Hulâsa’da; havli tamam olmayan mâl-i muaccelin naklinde kerâhet olmadığı, hatta bulunduğu belde fukarasından daha muhtaç bir fakir için veyahut edâ-i deyn için nakletmek gibi bir kayda, bir sebeb-i müreccihe de lüzum olmadığı tasrih edilmiştir. (İbn-i Âbidin). Yalnız tâcil-i zekât, İmâm Mâlik’e göre câiz olmadığı için, mâl-i muaccelin zekâtının nakli de câiz değildir. İmâm Mâlik’e göre havelân-i havl, zekâtın şerâit-i cevazındandır.

Hanefiler’e ve cumhur-ı ulemâya göre havelân-i havl, yani malın Kamerî sene ile bir sene yıllanmış olması, edâ-i zekâtın şerâit-i cevazından değildir. Bedâyi’de Hanefiler’in cevaz delili olarak Resûlullah’ın (sav) amcası Hazret-i Abbas’tan (ra) beytülmalin mâli müzâyakasına mebni tâcil buyurup iki senelik zekâtını birden istislâf buyurdukları sevk ediliyor.